Punta Arenas Günleri
30.04.2010 – Cuma
Ushuaia’dan Punta Arenas ’a gidecek otobüsümüz sabah 5’te!!!!. Ushuaia gibi soğuk bir yerde bu kadar abuk bir saatte otobüse binecek olmak hiç de hoşumuza gitmiyor. Üstelik bir terminal de yok. YPF benzinliğinin önüne otobüsün gelmesini beklememiz gerekiyor. Bileti satan eleman otobüs saatinden bi 10-15 dk erken gitmemiz gerektiğini, bazen otobüsün erken kalktığını söylüyor!!!!!
Biraz yürüyüp biraz koşarak aynı zamanda donarak, yarı yolda taksi yakalayarak otobüsün geleceği yere gidiyoruz. Beklerken yanımıza Amerikalı bir kız geliyor. Kız o soğukta incecik yazlık tayt, converse ayakkabı üstüne de tshirt ve kot ceket giymiş, titriyor. Beni gördüğü anda kulaklıklarımı nereden aldığımı soruyor. Her yerini soğuktan korumuş da sanki bir kulakları kalmış!!
Otobüsümüz yine Rio Gallegos’ta aktarma yapıyor. Tekrar sınır geçiyoruz, tekrar feribotla Macellan Boğazı’nı geçiyoruz. Ushuaia’ya geldiğimiz güne göre hava daha da soğuk.
Punta Arenas ’a vardığımızda edindiğimiz ilk izlenim Şili’de güçlü askeri bir yapının var olduğu. Binalar, insnalar en çok da ortalıkta gezinen askerler bunu düşündürüyor. Askerler başlarına kalpak takıyorlar. Locutorio’lardan birinden Juan’ı arıyoruz. Bizi arabasıyla alıp eve bırakıyor. Bizi eve bırakıp ayrılması gerekiyor çünkü yarın 1 Mayıs ve İnsan Hakları Derneği ile birlikte hazırlık yapmaları gerekiyor.
Juan sabah Punta Arenas Belediyesi’nin IT işinde çalışıyor, akşam İnsan Hakları Derneği’nde gönüllü olarak çalışıyor, gece ise üniversiteye gidiyor. Bu yoğun tempo Güney Amerika’ya geldiğimizden beri dikkatimizi çeken bir şey.
Juan’ın İHD ile bağlantısı babası dolayısıyla aslında. Şili’de 1973-1990 yılları arasında Askeri cunta döneminde binlerce insan kaybolmuş (!), kaybedilmiş, işkence edilmiş, ortadan kaldırılmış. Punta Arenas da bu olaylardan nasibini almış. Juan’ın babası ve abisi de bu kaybolan insanlar arasındalar. Babasından hala bir haber alamamışlar fakat abisi yaklaşık 2 sene önce ortaya çıkmış. İnsan Hakları Derneği’nin bir kolu da kaybolan bu insanların ailelerini bir araya getiriyor. Bir nevi Arjantin’deki Plaza de Mayo anneleri gibi.
Juan’ın evi Punta Arenas ‘ın tam anlamıyla son evi 🙂 bir yokuşun sonundaki son sokağın son evi. İki çocuğu var. Yine bu kıtada dikkatimizi çeken bir şeyi bir kez daha bu evde yaşıyoruz. İnsanların evleri dökülüyor, ya da evleri fena değil ama buz gibi, dışarısı eksilerde ama evde ısıtma yok ama sosyal anlamda bizlerden çok daha gelişmişler. Juan’ın ailesindeki durum da benzer. Evleri gerçekten buzzzzz gibi. Sokak kapısı açılınca salonun tavanı açılıyor, süpürge ucu ile tavandaki plakaları yerine oturtmaları gerekiyor. Evlerindeki ana ısı kaynakları mutfak fırını. Salonda bir soba var ama toplam 4-5 tane odunları var. AMA Juan yüksek lisans yapıyor, iki cocuğu Fransız kolejine gidiyor. Çocuklardan erkek olan bateri çalıyor (evde baterileri var!), kız olan keman çalıyor. Juan da blokflüt ile onlara eşlik ediyor. 🙂 Bizde ise öncelik her zaman evdedir. Az paran varsa önceliğin evdir, evini rahat yaşanır bir hale getirmeden sosyalleşmezsin.
Biz de gece sobaya bir odun atıp uyumaya çalışıyoruz. Neyse ki yorganımız delice kalın.
01.05.2010 – Cumartesi
Sabah bütün ailenin tuvaleti ortak kullandığına şahit oluyoruz. Yani anne banyo yaparken baba tuvaletini yapmaya giriyor aynı anda ufaklıklardan biri de dişlerini fırçalıyor. Tuvalet mahremiyeti diye bir şey yok!!
Aslında hayalimiz 1 Mayıs’ı kalabalıkla birlikte Santiago’da kutlayabilmekti ama biraz yavaş gidince Santiago’da değil Punta Arenas ’ta kutlamak zorunda kaldık.
1 Mayıs için burada büyük bir yürüyüş planlanmamış. Sadece toplanıp mezarlığa gidip kaybolanlar için yapılan anıta çelenk bırakılmış. Biz evden biraz geç çıktığımız için bu kısmı kaçırıyoruz. Yine de mezarlığı gezmek için iyi bir fırsat. Mezarlık
Punta Arenas ’ın en önemli turistik atraksiyonu aslında. Hatta mezarlık haritası bile mevcut.
Mezarlık şimdiye kadar gördüklerimizin en güzeli diyebilirim. İçeri girince bizi kocaman bir haç ve enteresan ağaçlar karşılıyor. Bu ağaçlardan bütün Punta Arenas ’ta var.
Mezarların çoğu çok özenli. Hemen hemen hepsi ciddi şekilde tasarlanıp yapılmış. Bizim en çok dikkatimizi çeken morg gibi olan mezarlar. Çekmece gibiler. Üstüste 5 kat, yanyana onlarca mezar. Her bir mezarın önü oyuncak bebekler, biblolar, yapma çiçeklerle dolu.
Mezarlıktaki önemli diğer yerlerden biri kayıp insanlar için yapılan anıt mezarlar-ki en acısı sevdiğin birinin kabolması, öldüğüne inansan bile mezara koyacak bir cesedinin bulunamaması. Diğer önemli yer ise bir Yamana (yerli ırk) mezarı. Aslında mezar mı yoksa sadece heykel mi bilmiyorum ama etrafı teşekkürlerin ve iyi dilekleri yazıldığı plakalarla dolu. Bir nevi tuzcu baba türbesi. Dileği gerçekleşenler teşekkülerini yazıp çakmışlar heykelin etrafına. Daha sonra aynı uygulamayı farklı yerlerdeki aziz(e) ikonalarının etrafında da görüyoruz.
Mezarlıktan sonra spor salonundaki kutlamaya gidiyoruz. İşte Juan ve arkadaşları gece bu kutlama için hazırlanıyorlardı. Şarkılar türkülerle dolu birkaç saat geçiriyoruz. Doğrusu sönük bir kutlama. Okul çocuklarının müsamereleri gibi ama talep fazla.
Eve dönerken yolda fantastik bir araba görüyoruz. Eleman arabasının kaportasına kocaman bir yoda baskısı yapıştırmış, kenarlara da Star Wars yazmış. O kadar kaliteli bir baskı kullanmış ki araba müthiş bir hal almış.
Bugünün en güzel saatleri ise dernek binasında geçiyor, kayıpların yakınları ile birlikte asado yapıyoruz. Gelenleri çoğu yaşlı insanlar. Hatta bir amca –ortamın en yaşlısı- bizle çok ilgileniyor. Büyük kısmını anlamasak da bize bir sürü şey anlatıyor. Aslında Şili ve Türkiye birbirinde çoooook uzakta olmasına rağmen iki ülkede yaşanan acılar çok benzer.
Santiago’dan gelen iki gitarist de geceye eşlik ediyorlar. Bol sohbetli, şarkılı, bol şaraplı bir gece geçiriyoruz. Ne de olsa Şili’deyiz, her şarap güzel.
Gece eve dönerken uçuyoruz neredeyse. Rüzgar o kadar şiddetli ki. Hızının saatte 150 km’ye ulaştığı söyleniyor. Arabanın kapılarını zor zaptediyoruz. Zaten sabah gazeteye baktığımızda da geceki rüzgarda pek çok evin çatısının uçtuğunu görüyoruz.
02.05.2010 – Pazar
Evde Punta Arenas gazetelerinin birini buluyoruz. Her şehrin ayrı bir gazetesi var. Gazetenin en komik yanı bir sayfanın seks ilanlarına ayrılmış olması. Onlarca ilan var. Bir kısmı da resimli. Arjantin’de de Şili’de de sokaklar hayat kadını ilanları ile dolu. Telefon kulübelerinde, sokak lambalarında vs minik ve resimli reklam kağıtları var.
Şehir Macellan Boğazı kenarında olunca deniz mahsülleri ile dolup taşacağını düşünerek balık pazarına gidiyoruz. Balık pazarında hemen hemen hiç bir şey bulamıyoruz. Bir tek deniz ürünlü empanada bulabiliyoruz. Afiyetle yiyoruz.
Patagonya’da olmamıza rağmen markette bir sürü tropik meyve buluyoruz. Her birinden birer tane denemelik alıyorum. Favorim pepino oluyor. Burada bir de avokado çok ucuz. Zaten avokadonun anavatanı Şili. Hatta avokado sevmiyorum demek küfretmek gibi bir şey 😛 Tropik meyveler tamam ama sebze ve diğer meyveler yok. Çilek, kayısı gibi meyvelerin konservesi satılıyor.
Şili Güney Amerika ülkeleri arasında en pahalısı. 1000 şili pesosu yaklaşık 3 TL ediyor. Fiyatlar Patagonya’da olmamızın da etkisiyle el yakıyor.
Akşam evde Ana’nın yaptığı mısırlı çorbayı içiyoruz. İçinde şehriye, tavuk ve bütün mısır parçaları var. Bütün mısırları yemek biraz zor olsa da içtiğimiz en güzel çorbalardan biri.
Gece tekrar dışarı çıkıyoruz. Bu sefer amacımız kral yengeci (king crab – centolla) yemek. Sanırım bu king crab özellikle Macellan Boğazı’nda çok yoğun. Ushuaia’da da bir sürü lokantada görmüştük ama fiyatını sormaya bile cesaret edememiştik. Bu sefer kesin yemeye karar veriyoruz. Geziden önce defalarca National Geographic’te bu king crablerin denizden çıkarılışı ile ilgili belgesel izlemiştim. Şimdi bu dev hayvanları yiyecek olmak çok heyecanlı.
Lonely Planet’ta da önerilen La Luna’ya gidiyoruz. İçerisi çok sevimli ve gringo kaynıyor. King crab ve yılan balığı sipariş ediyoruz. Birer tane de bira. Yemeği beklerken restoranın içinde tur atıyoruz. İçeride güzel ayrıntılar var. Tavana ters duran bir masa ve sandalyeler monte etmişler. Pek hoş olmuş. Mekanda iki tane de büyük harita var. Biri Avrupa haritası biri de dünya. Her gelen isminin yazılı olduğu bir kağıdı bu haritaya iğnelemiş. Türkiye’nin üzeri bomboş. Sadece İstanbul üzerinde bir kağıt var. Orada yazan da yabancı bir isim. Murat ve ben hemen isimlerimizi iğneliyoruz haritaya. Türkiye de yalnız kalmamış oluyor.
Sonunda yemeğimiz geliyor. Yılan balığı çok özellikli değil ama king crab çok çok çok hoşumuza gidiyor. Güveç içinde parmesan peyniri ile pişirmişler. Normalde bacakları dahil çapı bir metreyi bulan bu hayvanların bir taneye yakınını koyuyorlarmış yemeğin içine…
Çatlayana kadar yiyip gezideki diğer yemeklerimize göre servet bırakarak ayrılıyoruz. King crabin porsiyonu yaklaşık 9500 peso = 32 TL.
Kefimiz çok yerinde. Ulu yüce market Unimarc’tan bir kokteyl alıp sahile gidip içiyoruz. Rüzgar bizi dondursa da Macellan Boğazı’na karşı oturmak büyük bir keyif.
03.05.2010 – Pazartesi
Bugün şehirdeki son günümüz. Biraz şehri dolaşıp biraz da yemek yemeye veriyoruz kendimizi. Bugün ile ilgili anlatılacak iki restoran var. Bundan sonraki yazılarımız biraz “Sonradan Gurmeler” modunda olabilir. Şimdiden söyleyeyim…
İlk restoranımız Lomito’s. Daha lomito’nun ne olduğunu bilmediğimiz bir zamanda gittiğimiz için lomito’yu restoranın spesiyal yemeği olduğunu sanıyoruz ama öyle değilmiş. Burası İngiliz publarına benzeyen bir yer. Zaten içerisi de yabancı kaynıyor. Televizyonda Şili’nin iki büyük takımı Universidad de Chile ve Colo Colo’nun maçı var. Birer bira bir de lomito sipariş veriyoruz. Yiyecekler barın ortasında ada mutfak gibi bir yerde yapılıyor. Bir tane aşçı var ama ne aşçı. Adam verimliliği yiyip bitirmiş. İnanılmaz hızda ve düzende yemekleri hazırlıyor. Tam bir seri üretim. Maçı bırakıp aşçıyı izliyorum.
Avokado Şili için çok önemli dedim ya… Bütün sandviçlerin içine avokadolu sos koyuyorlar. Ben bayılıyorum. Murat pek sevmiyor. Lomito köfte yerine biftekle hazırlanan hamburger gibi bir şey aslında. Ama porsiyonlar çok şık ve çok doyurucu.
Bugüne dair diğer bir restoran da Juan’ın tavsiyesi üzerine gittiğimiz Şili lokantası. Adı “El Mercado Chilote”. İçeride sadece Murat ve ben varız. Curanto diye bir yemek sipariş etmemizi öneriyor garson. Fiyatı 7000 pesodan 4500’e düşmüş. Denemek için bir tane sipariş veriyoruz ve ortaya dev bir yemek geliyor. Yemek biraz cümbüşlü. 15-20 tane dev midye var. Buna ek olarak tavuk, inek eti, sosis ve patates de var. Birbiri ile alakası olmayan bu kadar eti bir araya getirmişler. Tütsüleyerek pişirmişler. Yanına bir de çorba eklemişler. Enteresan ve delice doyurucu bir yemek olmuş. Dev midyelerin tadı mükkkkkkemmel. Neyse ki bir kişilik sipariş vermişiz, onu bile zor bitiriyoruz.
Bu yemeğin anavatanı da Şili’nin Chiloe adasıymış. Yemeğin orijinali yere kuyu kazıp bütün bu etleri dizip üzerini de otlarla kapatarak yapılıyormuş. Üzeri otlarla kapalı olunca yemeğin dumanı daha bir içine siniyormuş ve ne kadar tütsü tadı olursa o kadar makbulmüş.
Evdeki odunların sonuncusunu bu gece ısınmak için kullanıyoruz. Hazır odunlar da bitmişken Puerto Natales’e gitmeye karar veriyoruz 🙂
Gülen & Murat
30.07.2010