Bir kere gittiğinizde asla dönmek istemeyeceğiniz, yaşayan ama dingin, dev bir alanı kaplayan, masmavi, yemyeşil bir ada Girit. Adanın bir ucundan diğer ucuna kadar her yeri mıknatıs gibi sizi içine çekiyor, özellikle de berrak denizi ve upuzun kumsalları. Defalarca gitsem bıkmam. Ramazan bayramı tatili için beş günümüzü Girit’te geçirdik. Dilim döndüğünce size Girit gezinizde yardımcı olabileceğini düşündüğüm rotamızı yazıyorum.
Adanın doğasına hayran kalmamak mümkün değil. Bildiğimiz adalardan değil, adayı doğu-batı, kuzey-güney olarak dörde bölüyorum zihnimde ve her yönündeki apayrı doğa güzelliklerini , coğrafi özelliklerini, manzarasını, iklimini hatırlıyorum. Arabayla gezerken asla bitmeyecekmiş gibi duran, kuzey ve güneyi birbirinden ayıran, son derece yüksek, heybetli kayalık dağları, yemyeşil ağaçları, kayaların arasından çıkan pembe zakkum çiçekleri, alabildiğine zeytin ağaçları, peşpeşe sıralanan koylarındaki akvaryum berraklığındaki suyu, beyaz-pembe renkli kumun ayaklarınızı yaktığı kumsalları ve mis gibi kekik kokan küçük dar sokaklarını düşünürken, yeniden Girit bileti bakasım geliyor. Bize beş gün kesinlikle yetmedi; adaya hakim olabilmek için rahat rahat 10 gün ayırmış olmak gerekiyor. Konaklama için adanın farklı yerlerinde oteller ayarlamanızı öneririm çünkü tatilinizin tamamını bir otele ayırırsanız muhtemelen uzun yollar aşmaktan yorgun düşersiniz.
Atina aktarmalı olarak Girit’in en büyük şehri Heraklion’daki havalimanına geceyarısı indik ve havalimanından geçince taksi ile iki gece konaklayacağımız Hersonissos’a geldik. Kaldığımız otel merkezde ve deniz kenarındaki, Maragakis Beach Hotel oldu. booking.com üzerinden ayırttığım odadan farklı bir oda ile karşılaştık fakat ikinci gece düzelttiler. Gece vardığımız için pek nerede olduğumuzu anlayamasak da hemen eşyalarımızı bırakıp otel civarını keşfe çıktık. Kaldığımız yer Hersonissos’un tam merkezindeymiş ve son derece turistikmiş, pek çok gece klübüne kısa bir yol yürüdükten sonra ulaşıldığını farkettik ve bu çevrede vakit geçirmeyeceğimizi anlamış olduk. Baştan söylemeliyim; turistik olmayan yerleri, kumsal, deniz ve yöresel tatları keşfedeceğimiz bir gezi hayal ettiğimiz için rotayı buna göre çizmiştik.
Birinci günümüzün sabahında ilk işimiz Cretarent firmasından kiraladığımız arabayı otelin önünden teslim almak oldu. Ekonomik sınıf araç için ödeme yapmış olmamıza rağmen bize bir üst sınıf geniş bir aile arabasını aynı fiyata getirmişlerdi. Bu arabayla 5 günde 1200 km yol yapacağımızı bilmiyorduk tabi 🙂 170 euroya kiraladığımız notunu da düşerken size diesel araba seçmenizi tavsiye ederim. 1200 km yolu toplamda sadece 90 euroluk benzinle yaptık.
Hersonissos civarı için de kafamda bir yerlere gitmek vardı fakat otelden de tavsiye almak istedim ve sohbet esnasında Malia’daki Potamos Beach’in görülecek yerler arasında olduğunu öğrendim. Meyve satan yerlilerin ‘creta fruta very gooood’ sözleri de hafızamıza kazındı:)
Şezlong ve şemsiye bulup, sakince iki saat kadar geçirdiğimiz, mis gibi berrak denizine girdiğimiz bu plajı adanın doğu tarafında iseniz mutlaka görün. Bu açılıştan sonra güzergahımızdaki Aghios Nikolaos’a geçtik. Merkeze gelince yukarı doğru tırmanarak tepede arabayı bıraktık ve yürüyerek aşağı doğru inerken büyülendik… Nedenini aşağıya fotoğraf olarak bırakıyorum.
Göl gibi muazzam berraklıktaki koyun çevresinde yürüdükten sonra yemek için gerçek bir deniz ürünleri uzmanı Evanna Restoran’a oturduk. Girit’teki ilk yemeğimizdi ve midye yemek aklımdaydı. Girit salatası, kremalı ve yüksek aromalı ılık midye, ahtapot ızgara, domuz suvlaki ve orta asitli ev yapımı soğuk bir şişe beyaz şarapla bayramı yaşadık. Midyeyi nefis yapmışlardı ve servisleri hep çok bol olduğu için fazlasıyla doyduk. Bundan sonra girdiğimiz her yerde karşılaşacağımız Girit rakısı ve meyve ikramını ilk defa burada gördük.
Garson Arnavutmuş, İstanbul dediğimizde Beşiktaş ve Fenerbahçe sohbeti yaptık, Olimpiacos’u tutuyormuş, bize ‘güle güle Fenerbahçe’ dedi ve ayrılarak öğle saati tatlı bir sarhoşlukla çevreyi gezdik, zaten kendinizi ne kadar sıcak olsa da daracık sokaklara teslim ediyorsunuz. Her açık tavernaya girip canlı müzik olup olmadığını sordum ama maalesef o bölgede bir tane bile denk gelmedi. Deniz saatini kaçırmamak için bölgeden ayrıldık. Rotada Voulisma Golden Beach vardı. Arabada Girit müzikleri dinleye dinleye kumsala geldik ve bir kez daha şaşırdık, o kadar güzeldi ki… Kaçırmayın derim! Keşke fotoğraflar gözün gördüğünü verebilse.
Şezlong ve şemsiye için sadece 6 euro ödeyerek 2 saat kadar da burada vakit geçirdik. Bodrum, Çeşme gibi tatil beldelerindeki fiyat-mekan kalitesi ile kıyaslama yapmak mümkün dahi değil. Hayatımda ilk defa jet-ski’ye de burada bindim. Ben kullanmadığım halde çok keyif aldım. Denize girmeye doyamadığım bu kumsala da veda ettik ve güneş batarken, gökyüzü eflatunken Hersonissos’taki otelimize doğru yola çıktık. Girit’te yaşıyor olsam haftada bir defa kesinlikle bu plaja giderdim.
Akşam Old Hersonissos’ta bir tavernada yemek yemeye karar verdik. Bölgenin eski bölümü kesinlikle görülecek yerler arasında. Araba ile 10 dakika sürmeyecek şekilde denize dik olarak tepeye tırmandık. Daha sonra kendimizi avlulu, süslü kapıları olan, kendine has mimarisi ile şehrin bu bölümüne bıraktık. Geleneksel taverna müziği duyana kadar yürüdük ve sesi takip ederek Galini Restoran’a geldik. Burada bizi pek çok sürpriz bekliyormuş, haberimiz yoktu 🙂
Helenistik kıyafetleriyle kadın garsonlar ve mekanın dekorasyonu, sahibi Aleksandro (sonradan arkadaşımız olacak), Vedat Milor’u ağlatacağına inandığımız menüsü ile harika bir gece yaşadık burada. Aleksandro sıcak bir şekilde bizi karşıladığında şaşırdık ama sonraki 4 gün artık şaşırmayacaktık çünkü Girit herkesin son derece misafirperver olduğu bir yer. Açıkçası Türkiye’de özellikle İstanbul’da herhangi bir mekanda bu derece güleryüze, misafirperverliğe ve samimiyete rastlamak artık imkansızlaştı.
Uzo içeceğimizi söylediğimizde seçmek üzere içeri davet etti ve 3 farklı uzo ikram etti, ikram diyorum yanlış anlaşılmasın, bu ikramlarla daha çok yerde karşılaştık. Girit’te yaşasam buranın müdavimi olurdum. Ana yemek olarak bu sefer kuzu bonfile söyledik. Hemen bir meze tabağı ikramı geldi elbette Girit salatası ve caciki ile beraber. Yemeklerin herbirinin sunumu çok özeldi. Salataya sirke koymayı tercih ediyorlar, ben hep taze limon sıktım. Ekmek dilimlerinin üstüne ev yapımı zeytinyağı dökünce bağımlılık yaratıyor 🙂
Keçi peynirini susamla kaplayıp kızarttıkları, kestane ilaveli bir meze geldi, yine ikramdı. Soslu karidesi yemeden olmaz ve Girit otlarının haşlaması da bolca zeytinyağı ile servis ediliyor, kaçmaz. Yine ikram olduğunu söylediği enginarlı kuzu yahniyi ben ana yemek sanarak bolca yedim, meğer ana yemek daha gelmemiş! Artık midemde yer kalmamıştı. Girit’te en iyi kırmızı eti tadacağınız restoranın Galini olduğunu düşünüyorum. Ana yemek olarak 9 parça kuzu bonfile geldi (porsiyonlar çok çok fazla), bir kısmı rokfor peyniri ile, bir kısmı farklı soslarla hazırlanmıştı. Pamuk gibi et olur mu olur! Etin yanında çeşitli haşlama ve kızartma sebzeler geliyor, tereyağlı sade kumpir ile birlikte. O porsiyonların büyüklüğü yok mu!
Bir şekilde İstanbul’da zihnimiz kirlenmiş, o kadar çok hesap şişiriliyor ki. Bu özen, bu ikramlar, servis, ilgi alaka derken biz ödeyeceğimiz hesap üzerinden bahis oynamaya başladık. Aleksandro bize Girit rakisi ve krem brule ikram etti:)) Ben pek sevmem ama ben de yedim, ferah bir tadı vardı.
Mekan tenhalaşmaya başladığında Aleksandro “my friend” bizi iç mekana davet etti. “Tütün içiyorum” dedim, “gel gel, beraber içelim” dedi. Aile işletmesi bu mekanda eşi aşçılık yapıyormuş, onu çağırdı, kızını, yeğenini herkesi bizle tanıştırdı. Bu sohbet esnasında kaç defa Girit rakısı geldi gitti hatırlamıyorum. İçine bir tane vişne koyuyorlar, shot bardağında geliyor ama iki seferde shot yapıyorsunuz. Derin bir sohbete daldık, politika, kardeşlik, gelecek hayalleri, müzik, dans derken Aleksandro’dan izin istedik. Hesabı bize şöyle bir uzattı, sadece 80 euro gelmişti. Sanıyorum yediklerimizin yarıdan çoğunu ikram olarak yazmış. Bizi bir daha görmeyecek muhtemelen, bu neydi, bu nezaketti 🙂 Gösterişten uzak, çıkarsız, ahbaplık, arkadaşlıktı. Çok keyifli bir akşam geçirdik ve herkese sarılarak otele doğru yola çıktık.
Yolda minik bir bar gördük, girmeden yapamadık. Cafe Greco’da bir Mythos (geleneksel bira), bir de prosecco içtik. İçkilerimizi servis eden hanımefendi de bize birer rakı ikram etti 🙂 ve artık daha fazla sarhoş olmadan otele geçtik. Otelde son gecemizdi çünkü ertesi gün için Loutro’da bir gecelik yer ayırtmıştım…
Gülden Canol
Feribot bileti için şurayı ziyaret edebilirsiniz: Ferry Scanner