Loutro adanın güneyinde yer alan oldukça niş bir bölge. Loutro’ya ilk görüşte aşık oldum. Karayoluyla ulaşım yok, Hora Sfakia’dan feribot ya da deniz taksilerle ulaşabilirsiniz. Hersonissos’tan Hora Sfakia’ya giden yol tam da macera ve adrenalin severler için. Yüksek dağların kenarından, sert virajlarla, denize uzanan yarlardan geçerek ulaştık. Feribotla geçecektik ama yol tahminimizden uzun sürdüğü için feribotu kaçırdık. Neyse ki kaçırmışız! Sfakia’da sahile inip arabayı park ettik ve deniz taksisi ile 15 dakikada Loutro’ya geçtik. Zaten arabanızla gitseniz de arabayı koyacak yer yok, 1 sokaklı bir koy. Geçiş yolunun bakirliğini ve karadan ulaşımın neden mümkün olmadığını belki aşağıdaki fotoğraflar bir parça hissettirebilir.
Botla koya yaklaştıkça aklım başımdan gitti çünkü burası kocaman bir akvaryum! Küçücük, tertemiz, yemyeşil ve masmavi. Herkes canayakın, güleryüzlü, samimi ve misafirperver. Bundan daha temiz bir denize hiç girmedim diye düşündüm ama son gün gideceğimiz Bali Koyu ile yarışacağını sonradan öğrenecektim. Bu doğa güzelliğinin yanında, herhalde dünyanın en lezzetli yemeklerini tattık. Deniz ürünü ya da kırmızı ete meraklıysanız, hayatınızda bir kere burayı mutlaka ziyaret ediniz. Loutro botla yaklaşırken şöyle görünüyor:
Yaklaştıkça ise…
Fotoğrafları özellikle filtresiz koyuyorum ki durumun vehameti anlaşılsın 🙂
Fotoğraflara baktıkça gülümsemeden duramıyorum.
Hemen kıyıdaki beyaz otellerden biri olan Madares’e geçtik. Neyse ki arabayla gelmemişiz, koy sadece sahilden ibaret, bir arka sokağı yok. Neden feribot var hala anlamış değilim. Öğle civarı geldiğimizden çok acıkmıştık ve kaldığımız otelde öğle yemeği yedik. Yine kendi yaptıkları buz gibi beyaz şaraptan söyledik. Bu sefer artık çok merak ettiğim salyangozu söyledim. Fakat öncesinde nefis zeytinyağını bir dilim ekmeğin üstüne dökerek yememezlik etmedim. Salyangozun tadı çok değişik geldi, hafif isli gibi, ‘sümüksü’ yapısını yerken hissetmiyorsunuz, kabuğundan çıkarmak da oyun gibi. Üzerine limon sıkınca keskin tadını biraz olsun kırdı. Sadece tuz ve sirkede bekletilip yapılıyormuş. Ahtapot salatası da o kadar güzel ki, her öğünde yiyoruz.
Daha evvelden bakmıştım, Phoenix Bay diye bir ufak koy 1300 metre uzaklıkta ve yürüyerek gidebiliriz diye düşündük. Sorduğumuzda da yürünebilir olduğu söylendi. Meğer 700 metrelik bir başka patika varmış ama ondan habersiz tepe ile deniz arasında tırmanarak, dağlar tepeler aşarak keskin bir yoldan o sıcakta yürüdük. Bazen yanlış yolda mıyız, diye düşünsek de yürüyüşçülerin bıraktıkları mavi işaretleri takip ederek buraya vardık. İyi ki gelmişiz! Bir akvaryum daha! Deniz mavi miydi yeşil miydi, rüya mıydı…
Sadece 5-6 tane şemsiye var, kimse tepenizde dikilmiyor, aşırı sessiz, belki 10 kişiydik koyda. Aslında bir tane cafe ve ufak bir konaklama yeri var ama dünyanın en bakir koylarından biri. Burada sessizliğe katılarak, şezlongda yattık ve denize girdik. Bir saat vakit geçirdik, serinledik ve yeniden yola çıktık, bu sefer 700 metrelik kısa yoldan! Yolda keçilerle selamlaşarak ilerledik ve Loutro’nun plajına geçtik.
Loutro’daki deniz tartışmasız bir doğa harikası. Cam gibi… Dinlendirici, dingin, serinliği tam ayarında, plaj sessiz, herkes birşeyler okuyor, çocuklar da sessiz (şaşırtıcı ama öyle). Sessiz bir dil birliği var sanki, herkes doğanın güzelliğine teslim olmuş belli ki. Güneşi tam batırmadan odaya geçip hazırlandık ki, gün batımını yemek yerken izleyebilelim…
Deniz kenarında toplam 5-6 tane restoran var ve hemen hepsinin önünde domuz, kuzu veya tavuk çeviriyorlar. Bazı restoranlarda deniz ürünü yoğunluklu bir menü hazırlamışlar. Istakozda aklımız kalsa da Pavlos Restoran‘daki domuzu gözümüze kestirmiştik. Kumsaldan odaya dönerken yerimizi ayırtmıştık, çünkü deniz kenarındaki ilk sırada sadece 3 masa var. Birini rezerve etmek istedik. Yine nezaket sahibi insanlar tarafından hoşça karşılandık ve meşhur Barbayanni uzosunu söyledik. Deniz tuzlu Girit salatası, caciki yanında nihayet Girit usulünü merak ettiğim kabak çiçeği dolmasını bulmuştum. Ilık servis edildi, daha evvel bu kadar lezzetlisini yediğimi hatırlamıyorum. Caciki zaten bende bağımlılık yaptı. Domuzdan elbette söyleyecektik ama karides, ahtapot ve kalamar da denemek istiyorduk. Neyse ki ahtapot ve kalamarı iptal edip, sadece karides söyledik. Zaten sipariş alırken “yeterli, yiyip sonra söyleyin isterseniz.” dediler. Türkiye’de olsak “Bundan da vereyim abime”cilik başlamıştı. Yediğim en lezzetli domuzu yedim. Porsiyonları o kadar bol ki, karidese yerim kalmadı ta ki görene kadar.
Loutro tabir yerinde ise bir gastronomi durağı denebilir. Yemekler son derece sade, abartısız pişirilmiş, etin lezzeti çıplak bir şekilde damağınızda kalıyor.
Karides kabuklu ızgara yapılmış, Türkiye’de yemeye alışık olduklarımızdan çok daha iri, bir porsiyonda 4 parça getiriliyor. Hem deniz hem kırmızı et ürünlerinin bu kadar lezzetli olmasının sebebi kuşkusuz herşeyin taptaze olması. Elbette yemeğin üstüne yine Girit rakısı ikramı ve beraberinde nefis bir milföy tatlısı gelmişti. Bir kere daha misafirperverliklerine ve sıcaklıklarına hayran olup, restorandan ayrıldık. Odamızın balkonu tüm Loutro’yu görüyordu ve biraz da manzaranın tadını çıkarmak üzere odaya geçtik.
Ertesi sabah 8:00’de uyanıp denize girdik çünkü bizi bırakan bot taksi saat 11:00’de almaya gelecekti. Ayrılmadan önce denizin tadını bir kere daha çıkarmak üzere hoppa denize atladık. Dönüşte tam saatinde kalkan bot arada nüdistlerin de plajı bulunan Sweetwater plajına uğradı. Biz Sfakia’ya devam ettik çünkü üçüncü kalma noktamız olan Plakias’a varmak istiyorduk.
Sfakia’dan Plakias yolu 2 saat kadar sürüyor ve yolu almak pek mümkün değil. Son derece dağlık, keskin virajlı, kimi zaman tek şeritli, daracık tünellerin olduğu epey usta şoförlük isteyen zor bir yolu aşmamız gerekiyor. Yine adanın doğası karşısında şaşırdık. Plakias da Sfakia da güneyde olmasına rağmen karayolu topografya sebebiyle inşa edilemediğinden kuzeye çıkıp güneye inmeniz icap ediyor. Bu sebeple de yol zorlaşıyor. Amacım Chania ile Rethymno arasında bir yerde kalmaktı ve güneyde karayolu ulaşımının ne kadar zayıf olduğunu bilmiyordum. Bilsem Plakias’tan yer ayırtmaz, Rethymno merkezden ayırtırdım. Fakat Plakias’ı görebildiğimize çok sevindim ama hem denize, köylere gitmek hem de gece Chania ve Rethymno’ya gitmek bu kadar zor olmasa daha iyi olurdu. Plakias’ta kaldığımız otel denize sıfır Creta Mare, enfes bir oda, tertemiz, yenilenmiş, çiçekli bir balkonu ve denize açılan bir manzarası vardı. Üstelik denizin sahile yakın olan kesimi kayalık.
Bu bölgenin meşhur plajı Souda Beach. Açıkçası rüzgar olduğu için çok da vakit geçirmedik, denize girip çıktık ve Spili Dağ Köyü’ne tavşan ızgara yemeye Maria&Costas Tavernası’na gittik. Burası tam bir geleneksel Girit köy tavernası. Bahçe içinde, 8 masalı, geleneksel Girit müzikleri çalan (en sevdiğimiz şarkılar buradakiler oldu) ufacık bir aile işletmesi. Es geçmeyin, mutlaka buraya gidin. Benden de bir selam söyleyin 🙂
Bir karaf ev yapımı soğuk beyaz şarap ve caciki ile salata üçlüsünü söyledik. Şarap nefisti. Tavşan ızgara ve kuzu pirzoladan birer porsiyon geldi, yine porsiyonların kesinlikle fazlasıyla tatmin edici olduğunu söylemeliyim. İlk defa tavşan eti yedim, ızgarası harika olmuştu. Kuzu pirzola da İstanbul’daki değme restoranlara taş çıkaracak lezzetteydi. Elbette ikinci karaf şarabı söyledik ve yarım tavşan daha:) Üçüncü karafı söylediğimizde ise bu bizden ikram dediler. Yine meyve ve Girit rakısı ile de bizi mahcup ettiler.
Restorandaki hanımefendi ile sohbet ederken çalan müzikleri sordum, onun favorileriymiş bana bir kağıda isimler yazdı verdi. Uzun uzun oturup bu dağ köyünde keyif yaptık, sonra akşamüzeri otelin önündeki kayalar arasında denize girmek istedik. Deniz çok yumuşaktı, kayalıkları geçince harika bir su bizi bekliyormuş. Buranın denizini bu kadar seveceğimizi tahmin etmezdim. Akşam güneşinde de harika fotoğraflar çektik.
Güneşi batırdıktan sonra sırada Girit’in 3. büyük yerleşim bölgesi Rethymno’ya doğru yine dağlık virajlı yola attık kendimizi. Rethymno Venedik Limanı ve deniz feneri, ara sokakları, taş evleri, deniz kenarı ile harika bir yermiş; keşke gündüz de gelecek vaktimiz olsaydı. Gece karanlığında tavernaların olduğu küçük sokakları gezerken yol üstünde Avli adlı mekanı seçerek bahçesine girdik. Daha evvel gittiğimiz salaş tavernalardan ziyade ‘şık’ bir restorandı. Burada da keçi eti denedik. Telefonla aldığımız bir haber üzerine keyfimiz kaçtığı için burada daha fazla vakit geçirmeden otele dönmek istedik. Rethymno çok daha fazla vakit ayırmayı gerektiriyor.
Saati erkene kurmuştuk çünkü adanın güney-batısındaki meşhur Elafonissi plajına gidecektik ve yine güneyden kuzeye sonra tekrar güneye inmek durumunda olduğumuzdan yolumuz yaklaşık 3 saatti. Elafonisi’ye Chania üzerinden geçerek 12:00 gibi vardığımızda şaşırdık çünkü bir sürü otobüs belli ki turistleri getirmişti.
Elafonissi pembe-beyaz kumuyla, içinde uzun uzun yürüyebileceğiniz mavi beyaz sığ deniziyle çok farklı bir plaj. Yine fotoğrafların anlatmak için yetersiz kaldığını düşünsem de paylaşıyorum.
Kumsal çok geniş bir açıklıkta, farklı bölgelerde şezlonglar var. Şanslıyız, denize en yakın yerde bir çift kalkarken bize şemsiyelerini verdiler. Öyle sanıyorum ki 2000 kişi vardı toplamda fakat geniş açıklıklar olduğu için asla kalabalığı hissetmiyorsunuz. İki farklı noktada büfe var, yiyecek-içecek ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. 2 saat kadar kalabildik çünkü rüzgar arttı, biraz yorucu olmaya başlayınca ayrıldık.
Dönüş yolunda henüz akşama kadar vaktimiz olduğunu fark ettik ve spontane olarak Rethymno’ya doğru yol üzerinde palmiyelerin altında bir kumsal görerek girdik. İyi ki de gelmişiz! O kadar dinlendik ki Sirokos Beach’te. Meşhur freddo espressoyu denemiş oldum, bana biraz sert gelse de… Ve yine Plakias yolu.
Gece artık son gecemiz olduğu için muhteşem mimarili Chania’ya ayırdık ve canlı müzik olan bir tavernaya gitmek istiyorduk. Internetten bakarken Ela Meyhanesi’nde canlı müzik olduğunu ve tavsiye edildiğini gördüm.
Chania 5000 yıldır üzerinde hayat taşıyan bir şehir. Chania’nın eski şehir bölgesi istikametinde ilerledik ve tıpkı Rethymno’da olduğu gibi burada da daha fazla vakit geçirememenin burukluğunu yaşadık diyebilirim.
Chania’ya doğu’nun Venediği diyorlar, hakikaten daracık sokakları, taş yapıları ve çiçekli balkonları ile Venedik havasını yaşatıyor.
Ela’yı ararken başka bir taverna bulduk, istediğimiz canlı müziği de dinleyebilecektik, yine sesi takip ettik. Dev bir ağacın altına atılan masalar, nefis müzikle Girit’te son gecemizi istediğimiz gibi geçirebildik. Malesef tavernanın adını not almamışım:) Dönüşte bizi uzun bir yol bekliyordu ve son defa Plakias’taki otelin yolunu tuttuk.
Ne üzücü ki son günümüz ve akşam 20:30’da Heraklion’dan uçağımız var. Amacımız son günü bitmeyecekmiş gibi geçirmek, çok istediğim Bali lagününe gitmekti. Bali’de yanyana koylar var, en sondaki Karavostasi Beach’e girdik (diğer adıyla Evita). Burada tüm günü geçirdik. Dalış yapanlar için sanırım tartışmasız en zengin noktalardan biri. Denizin berraklığını, rengini anlatamam, çok istisna bir yer. Tavernada dilediğiniz gibi yiyip, içebilirsiniz.
Arabayı Heraklion havalimanında teslim etmek üzere yola çıktık ve Girit’le vedalaştık. Havalimanı çok sıcak, düzensiz ve ufak; uçuşlarda gecikmeler ve kapı değişiklikleri oluyor. Açıkçası tek sıkıntı yaşadığımız yer havalimanındaki bekleyiş oldu. Atina aktarmamız 1 saat olduğu için Girit ouzosu gibi yerel tatların alışverişini buradaki küçük duty free’de hallettik ve iyi ki de öyle yapmışız, uçak geç kalktığı için Atina’da hiç vaktimiz kalmamıştı.
Yazıyı yazarken bile Girit’i yeniden özledim.
Lezzetlerine doyamadım.
Gülden Canol